Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar [Güney Işıkara Yazısı]

Anwar Shaikh’in Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar (Capitalism: Competition, Conflict, Crises)kitabı 2016 yılında İngilizce yayımlanmasının ardından geçtiğimiz günlerde Kırmızı Yayınları tarafından Ümit Şenesen’in çevirisiyle Türkçe olarak basıldı. Ahmet Tonak ile birlikte kaleme aldığıMilletlerin Zenginliğinin Ölçülmesi: Ulusal Hesapların Ekonomi Politiği (Shaikh ve Tonak, 2012) kitabı ilk basımının üzerinden geçen yaklaşık yirmi beş yıla rağmen alanının en önemli referans eseri olan Anwar Shaikh, Kapitalizm’de kırk beş yılı kapsayan araştırmalarını bütünlüklü bir çerçevede bir araya getiriyor.

İlgilisini en başından uyarmakta fayda var: İki yüz sayfayı bulan ekleri ve yaklaşık bin sayfalık toplam hacmiyle Kapitalizm, hızlı ve kolay okunabilir bir kitap olmaktan epey uzak. Üstelik – teknik detayların çoğu eklere bırakılmış olsa dahi – eşyanın tabiatına ait denklem ve grafikler kitabın ana metnini biraz ürkütücü kılıyor. Ancak kitabın popüler bir eser olarak tasarlanmadığını, hatta daha çok yüksek lisans / doktora öğrencilerini ve akademisyenleri muhatap aldığını düşünürsek bunlar bir zorluk olmaktan çıkıp, gerekliliğe dönüşüyor. Bu arada kitabın yayınevinden piyasa fiyatının yarısına temin edilebileceğini bir not olarak düşelim.

Bir tanıtım yazısına kitabın zorluklarını sıralayarak başlamak alışılagelmiş olmasa gerek. Ancak Kapitalizm,okumayı göze alanlara günümüz iktisat teorilerine ve klasik politik iktisadın kuramsal ve görgül (ampirik) anlamda kapitalizmin analizinde kullanımına dair eşsiz bir içgörü vaat ediyor. Anwar Shaikh, bir yandan ana akım ve çoğu heterodoks iktisat teorisini düşünsel gelişim süreçleri içinde ele alıp, titiz ve kapsamlı bir şekilde eleştiriyor. Öte yandan, klasik politik iktisat öğretileri üzerine bina ettiği kendi anlayışını serimliyor ve kapitalizmin ürettiği örüntüleri açıklamak üzere görgül olarak kullanıma sokuyor. Aşağıda değineceğimiz üzere Kapitalizm, ana akım teorinin dayattığı ve çoğu heterodoks okulun belli yönlerini tadil ettikten sonra olumladığı kuramsal çerçeveyi, ve bunun sonucunda beliren ‘tam rekabet – eksik rekabet’, ‘arz yönlü iktisat – talep yönlü iktisat’ gibi yanıltıcı ikilikleri reddederek kuramsal bir kopuş öneriyor.

Kitap üç ana kısımdan oluşuyor: i) analizin temeli (1-6. bölümler); ii) gerçek rekabet (7-11. bölümler); iii) çalkantılı makro dinamikler (12-17. bölümler).

Biz de bu yazıda, teknik detaylardan olabildiğince kaçınarak kitabın temel tezlerini ve ayırt edici yönlerini ortaya koymaya çalışacağız. Aşağıda kitabın birinci kısmını tartıştığımız “İktisat ve Toplumsal İlişkiler” alt başlığını taşıyan bölümün akademik iktisatla ilişkisi olmayan okuyucular için biraz zorluk içerebileceğini belirtelim. Dileyen okuyucu doğrudan ikinci ve üçüncü kısımların özetlediğimiz bölümlere geçebilir. Kırk beş yıllık bir emeği barındıran Kapitalizm bu yazıda değindiğimizden çok daha fazlasını barındırıyor.

Bizim bu yazıdaki esas amacımız ise, her bölümün temel tezlerini yarı-akademik bir üslupla aktarabilmek. Kitabı daha detaylı olarak çalışmak isteyenler http://realecon.org/videos/ adresinden her başlığa dair İngilizce ders videolarına ulaşabilir. Ayrıca aynı siteden kitapta kullanılan bütün veri setleri de indirilebiliyor.

Değişenler ve Değişmeyenler

Shaikh’in analizinin etrafında döndüğü ana sorulardan birisi şu: Bir üretim tarzı olarak kapitalizm ne tür örüntüler üretir? Ve bu örüntülerin ortaya çıkmasında belirleyici olan etmenler nelerdir?

Şekil 1

Kapitalizmin görece kısa tarihinde ilk bakışta göze çarpan eğilimler büyüme, kişi başına gelirin yükselmesi, üretkenlik artışı, vb. olarak özetlenebilir. Şekil 1’de ABD’deki sanayi üretim endeksini görüyoruz (Shaikh, 2016: 57)i. Şekil 2 ise reel yatırım endeksini gösteriyor (Shaikh, 2016: 57). Her iki grafikte gözlemlenen eğim, ilgili değişkenin büyüme oranını yansıtıyorii. Açıkça görüldüğü üzere, yüz elli yıllık bu süreçte kapitalist sistemiii gözle görülür bir büyüme eğilimi sergiliyor.

Şekil 2

Ancak dikkatli bakıldığında, bir yüzünde bu istikrar ve düzenlilik bulunan madalyonun öbür yüzünde çalkantı ve düzensizlik göze çarpıyor. Örneğin, her iki grafikte de büyümenin pürüzsüz olmadığını, zaman zaman yavaşladığını, kesintiye uğradığını, hatta ani düşüşlere yol verdiğini görüyoruz. Kendini yineleyen bu çalkantılı örüntüyü daha açık görmek için Şekil 3’e bakalım (Shaikh, 2016: 62 ve 64):

Şekil 3

Şekil 3’te gördüğümüz ABD’deki işsizlik oranının seyri, dönemsel yükseliş ve düşüşlerin, yani çalkantı ve düzensizliğin yalnızca bir göstergesi. Savaş ve barış, korumacılık ve serbest ticaret, devlet müdahaleciliği ve piyasa köktenciliği dönemsel olarak birbirinin yerini alırken değişmeyen bir gerçek var: Kapitalist sistem, kimi zaman genişleyen, kimi zaman daralan, ama hiçbir koşulda ortadan kalkmayan bir işsiz ordusu üretiyor. Şekil 4’te ise ABD (açık renkli) ve Britanya’daki (koyu renkli) altın cinsinden ölçülmüş toptan eşya fiyat endeksindeki iniş ve çıkışları, (Kondratieff ile özdeşleşmiş) uzun dalgaları, ve yine çalkantıyı görüyoruz.

Şekil 4

Kısacası, kapitalizm kendini ilk bakışta büyüme, uzun vadede yükselen reel yatırım ve ücretler, artan toplam refah gibi düzenlilik belirtileriyle ortaya koyuyor. Ancak aynı resme daha yakından bakıldığında çalkantı ve periyodik krizler beliriyor. Bunların her ikisi de hakikatin bir yanını oluşturuyor. İşte Shaikh’in çıkış noktasını tam da bu çelişki belirliyor: Nasıl oluyor da politik iktidarlar, iktisat politikasının ana çerçevesi, teknoloji, kültür, küresel mal ve para akışlarının kapsamı ve diğer birçok etmen değişirken aynı örüntüler kendini tekrar ediyor? Bu örüntüleri meydana getiren kapitalizmin belirleyici özellikleri nelerdir? Ve bu belirleyici özellikler ile gözlemlenen örüntüler arasında nasıl bir dolayım işler?

İktisat ve Toplumsal İlişkiler

Kitabın ilk altı bölümünü kapsayan birinci kısım, yöntem açısından ana akım iktisat anlayışına (ve ondan bağımsız bir zemin oluşturmaktan imtina eden heterodoks kuramlara) bir alternatif inşa ediyor.

Shaikh, ilk olarak yukarıda sorduğumuz soruları cevaplamak için ana akım iktisat teorisinin sarıldığı yöntemi eleştiriyor. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren iktisadî düşünceye hakim olan faydacılık okulu, bireyi toplumdan yalıtılmış, yalnızca kendi faydasını ençoklaştıran bir robot olarak ele alır. Birçok tuhaf davranışsal varsayımı taşıyan tek boyutlu bu zemine yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren yeni bir garabet eklenir: Eğer toplum, çevresel etmenlerden bağımsız olarak ‘rasyonel’ davranan ve fayda ençoklaştıran bireylerden oluşuyorsa, makro ölçekte karşılaştığımız bütün olgular mikro ölçekte temsili bir piyasa oyuncusu (temsili bir birey, representative agent) kullanılarak açıklanabilir. Buna göre makro ölçekte karşılaştığımız her şey, mikro ölçekte yaşananların basit bir toplamından ibarettir. Böylece bireyler arasındaki farklar yok olur; sınıf, iktisadî bir kategori olma şansını tümüyle yitirir; ve parçayla bütün arasındaki karmaşık diyalektik ilişkinin yerini analitik indirgemecilik alır.

Ana akım iktisatçılar dahi bu kuramsal zeminin zayıflığının farkındadır. Ancak yine de, varsayımların kendisine ya da uygulamadaki elverişliliğine dair çeşitli mazaretler üreterek başka bir seçenek olmadığı noktasında birleşirler (Shaikh, 2016: 79-84). Öte yandan, şu ya da bu tekil varsayımı dert edinen, bunun gerçeklikte bir karşılığı olmadığını deney ve gözlemlerle ortaya koyan iktisatçılar günümüz akademik iktisadının yükselen yıldızı diyebileceğimiz ‘davranışsal iktisat’ saflarında toplanırlar. Buradaki sorun, bir bütünlük teşkil eden ana akım çerçevenin yalnızca belli yönlerinin (çoğunlukla birbirinden ayrık olarak) olumsuzlanması, ancak bütünlüğü içinde ele alınmaması, ve buna bağlı olarak kimsenin neoklasik kurama kapsamlı bir alternatif geliştirmeye yönelmemesidir.

Kapitalizm’in üçüncü bölümünde Shaikh, ana akımdan bağımsız bir kuramsal zemin inşa etme iddiasına uygun olarak rasyonel seçim, rasyonel beklenti, fayda ençoklaştırma, temsili piyasa oyuncusu gibi unsurlardan azade bir mikro iktisadî çerçeve oluşturuyor. Temsili bir bireyin davranışında özetlenen, birbirinin tıpkısı bireylerden oluşan bir toplum yerine çeşitliliğe izin veren bu çerçeve, verili bir gelir düzeyi ve asgarî temel ihtiyaç harcamaları arasındaki etkileşimi kullanarak negatif eğimli talep eğrisi ve Engel yasası gibi temel mikro iktisadî olguları yeniden üretebiliyor. Böylece Shaikh, ana akım mikro iktisadın açıkladığı olguların ne istediğini bilen, her istediğini alan, piyasada olan biten her şeye dair kusursuz enformasyona sahip, faydasını ençoklaştırmış bireylere başvurulmadan açıklanabileceğini gösteriyor. Basitmiş gibi görünen bu adım aslında çok önemli bir işlevi yerine getiriyor: Shaikh’in ihtiyaç duyulmadığını tanıtladığı bütün bu varsayımlar, mikro iktisadî düzeyde kapitalizmin ideal bir toplumsal düzen olarak resmedilmesine hizmet ediyor.

Buna ek olarak Shaikh, mikro ve makro iktisatta tesis edilmiş bir hareketsizlik durumunu ifade eden (ve çoğunlukla ideal durumları tarif etmek için kullanılan) denge kavramını, klasik iktisatta karşılaştığımız, kapitalist sisteme içkin kâr arayışının doğurduğu çalkantılı dinamikle ikame ediyor. Dengeden farklı olarak kesintisiz bir dalgalanma durumunu merkez alan bu ikinci anlayış, düzenlilik olarak görünenin nasıl birdüzensizlik ve kargaşa içerdiğini, yani, krizlere, işsizliğe, yüksek toplumsal maliyete gebe olduğunu açıklama potansiyeli taşıyor. Aşağıda daha detaylı göreceğimiz gibi Kapitalizm, iktisat kuramının mevcut toplumsal düzeni idealleştirmek için kullandığı soyutlamaları önce tespit ediyor, daha sonra da aynı olguların bir ideallik iddiası içermeyen soyutlamalarla da açıklanabileceğini ortaya koyuyor.

Üretim ve maliyetler” başlığını taşıyan dördüncü bölüm yönteme dair can alıcı gözlemler içeriyor. Büyüteci eşdeğerlerin mübadele edildiği dolaşım alanına yaklaştıran neoklasik kurama karşı Shaikh, sınıf mücadelesinin esas zemini olan üretim alanına odaklanıyor. Sermaye ve emek, üretim alanında birbirinin karşısına çıkar ve her ikisinin de etkin bir unsur olduğu bu zeminde sınıfsal bir çelişki doğar. Bu çelişki, kendisini her şeyden önce ücretlerin düzeyinde, ve çalışma gününün uzunluğu ve yoğunluğu özelinde ortaya koyar.

Bölümü tüm detaylarıyla incelemek elimizde olmasa dahi, en çarpıcı yönlerinden birine kısaca değinelim: Çoğu iktisadî düşünce okulunun veri kabul ettiği azalan marjinal verimlilik yasası (emek özelinde) çalıştırılan her birim emeğin üretime kendisinden bir önceki birim emeğe nazaran daha az katkıda bulunacağını öne sürer. Gerçekten de bu varsayım, kimi zaman açıkça, kimi zamansa çeşitli matematiksel örtüler altında iktisat kuramının çoğu alanında karşımıza çıkar. Shaikh ise, emeğin verimliliğinin işçiler tükenme noktasına yaklaşıncaya dek çalışılan her saat arttığını savunuyor ve bölümün sonunda bu iddiasını üretim maliyetlerine dair verilerle destekliyor. İki yaklaşım arasında basit gibi görünen yalnızca bu fark dahi, çalışma gününün uzunluğundan tut, sermaye açısından en uygun vardiya sayısına kadar birçok değişkene doğrudan etki ediyor. Her şeyden önemlisi, birçok heterodoks iktisat okulu dahi sınıf mücadelesini ücretlere indirgerken, Shaikh’in analizinde zaman tıpkı Marx’ta olduğu gibi işgününün uzunluğu ve yoğunluğu anlamında merkezi bir konuma oturuyor. Analizin sonucu olarak karşımıza çarpıcı bir gerçek çıkıyor: Ne maliyetler, ne de üretimin yapısı ve niteliği konusunda teknoloji belirleyici değil, ikincil bir etmen. Dahası, teknolojinin kendisi, bağrından doğduğı-u toplumsal ve sınıfsal ilişkiler tarafından biçimlendiriliyor. Dolayısıyla üretim incelenirken, teknik katsayılar tarafından tanımlanan üretim fonksiyonları değil üretim ilişkileri esas alınmalı.

Kitabın beşinci bölümü, mübadele, para ve fiyat kavramlarını önce tarihsel gelişim süreçleri içinde inceliyor ve antropoloji yazınıyla – özellikle devlet ve para arasındaki ilişkiye dair – zengin bir tartışmaya giriyor (modern itibarî para ve enflasyonun konu alındığı on beşinci bölümde bu tartışma kaldığı yerden devam ediyor). Ardından fiyatların genel düzeyiyle ilgili tarihsel ve güncel tartışmalar ele alınıyor. Enflasyonu dolaşımdaki para miktarının gereğinden fazla olmasına bağlayan ‘miktar teorisi’, günümüz ana akım iktisadının da temel direklerinden birini teşkil eder. Zira, emek piyasası her daim tam istihdamda bulunduğu (ya da dışsal bir şok nedeniyle tam istihdamdan uzaklaşsa da hızla buraya geri döndüğü) için piyasadaki artan para miktarının yarattığı yeni talep, arz tarafından karşılığını bulamaz (çünkü istihdam edilecek atıl emek yoktur). Dolayısıyla enflasyon, para miktarının merkez bankası eliyle ya da kredi genişlemesi yoluyla artırılması sonucunda ortaya çıkar. Milton Friedman bu öğretiyi ‘enflasyon her zaman her yerde parasal bir olgudur’ önermesiyle hafızalara nakşetmiştir.

Shaikh ise, tarihsel Bankacılık Okulu ve Marx tarafından altı çizilen noktayı hatırlatır: Piyasadaki para miktarı dışsal değil, içsel olarak düzenlenir. Bankalar, üretim ve dolaşım alanının taleplerine uygun olarak kredi yoluyla para miktarını düzenler. Yani belirleyici olan, merkez bankalarının ve ticari bankaların akıllarına estiği gibi arttırdığı/azalttığı para miktarı değil, piyasa çarklarının sorunsuzca dönmesi, sermayenin kâr elde etmesidir. Buna bağlı olarak bir sonuç, bir de soru doğar: Öncelikle, enflasyonun tam istihdam koşullarında ortaya çıktığına dair (Keynesnen ve belli Post-Keynesyen okulların da kabul ettiği) görüş, argümanın para miktarına bağlı ayağından bir darbe alır. Soru ise şudur: Madem enflasyon doğrudan doğruya tam istihdam ve para arzına bağlı değil, öyleyse neyin sonucunda ortaya çıkar? Bu sorunun cevabını aşağıda, kitabın on beşinci bölümüne dair notlarımızda vereceğiz.

Birinci kısmın son bölümü olan altıncı bölüm, sermaye – artık ürün – kâr ilişkisine dair önemli iddialar taşıyor. Öncelikle belli bir üretim ve dolaşım sürecinin sonucunda beliren kârın artık-emek ve artık-ürün olmaksızın ortaya çıkamayacağı savı Sraffa’nın başvurduğu sayısal örneklerle temellendiriliyor. Ancak iş gününün uzunluğu ve yoğunluğuna, bu alanda emek ve sermaye arasında yaşanan çekişmeye dair hiçbir tartışma yürütmeyen Sraffa’da artık-ürün, teknolojik gelişme ve üretkenlik artışının sonucunda apansız ortaya çıkarken Shaikh şu kritik soruyu soruyor: Artık-ürün sürekli çoğalırken işçiler neden daha az çalışıp, verili iyi bir yaşam standardını muhafaza etmeyi seçmiyor? Eserine Malların Mallarla Üretimi (Sraffa, 1972) başlığını veren Sraffa’nın bu soruya verecek iyi bir cevabı yoktur, çünkü malların mallarla üretimine bakarken bu üretim sürecini düzenleyen toplumsal ilişkilere dair içgörüden, yani bir toplumsal ilişki olarak sermaye kavramından yoksundur. Yukarıda değindiğimiz gibi, zaman faktörünün iktisadî analize önemli bir vurguyla tekrar dahil edilmesi, Kapitalizm’in en dikkat çekici yönlerinden birini teşkil ediyor.

Bölümün geri kalanında Marksist iktisada ilgi duyanlar açısından en önemli tema, transformasyon problemine Shaikh’in verdiği yanıt. Kimine göre Marx’ın Kapital’in üçüncü cildinde yarım bıraktığı, kimine göre bir sorun olarak dahi kavramadığı, kimine göreyse Marx’ta bir tutarsızlığa işaret eden bu ‘problem’ kendi başına ayrı bir yazı konusu oluşturuyor. Burada Shaikh’in pozisyonunu yalnızca bir cümleyle özetleyerek geçiştirelim ve ilgilisini kitabın altıncı bölümünü okumaya davet edelim: Yazar, Marx’ın yarım bıraktığını düşündüğü iterasyonu tamamladığında toplam artık-değerin toplam kâra eşit olmadığını, bunun da bir çelişki alameti olmadığını savunuyor. Shaikh, bu tezini Artı Değer Teorileri’nin hemen başında Marx’ın kârın iki kaynağı olduğunu, bunlardan birinin sömürü ve artık-ürün, ötekininse eşitsiz mübadele olduğunu belirtmesine dayandırıyor (Marx, 1969: 41-43). Buna göre (göreli) fiyatlardaki değişimlere bağlı olarak belli bir miktar zenginlik, kârın kaydının tutulduğu sermaye çevriminden dışarı sızabilir, ya da dışarıdan ona enjekte olabilir. Bu durum kapitalist üretim tarzında kârın kaynağı olarak çok ikincil bir rol oynadığı için (ki kitabın belli noktalarında bu sapmanın görgül olarak ne kadar küçük olduğu ortaya koyuluyor) Marx, Shaikh’e göre, Kapital’in birinci cildinde kapitalizmin fiyatlara bağlı bütün sapmaların hariçte tutulduğu koşullarda dahi kâr üreteceğini göstermek için metaların değerlerine doğru orantılı fiyatlarda mübadele edildiği varsayımını yapıyor.

Altıncı bölümün (ve ilgili eklerin) sermaye ve kârın ulusal hesaplarda (ve diğer resmi hesaplarda) nasıl ölçüldüğüne dair detaylı bilgiler içerdiğini belirttikten sonra kitabın can alıcı ikinci kısmına geçelim.

Gerçek Rekabet

Kitabın temel kuramsal zeminini, Shaikh’in ‘özünde antagonistik, işleyişinde ise çalkantılı’ olarak tarif ettiği, kapitalizmin düzenleyici mekanizması olarak kavradığı gerçek rekabet oluşturuyor. Ancak düzenleyiciolması, statik/kurulu bir düzen ve farklı toplumsal çıkarlar arasında uyum tesis ettiği anlamına gelmiyor. Sermayeyi sermayeyle, sermayeyi emekle, ve emeği emekle karşı karşıya getiren rekabet, ana akım ve çoğu heterodoks iktisat okulunun önerdiği gibi bulunduğu her mecrada denge tesis eden bir mekanizma değil. Aksine, sermayeye içkin genişleme zorunluluğuna bağlı olarak bütün yatırımcıların birbiriyle kıyasıya yarıştığı, başarıyı olduğu kadar iflası, istihdamı olduğu kadar işsizliği, büyümeyi olduğu kadar bunalımları içinde barındırıyor.

Kapitalizm’in sekizinci bölümü, hemen hemen bütün iktisat okullarının rekabete yaklaşımını titizlikle ve eleştirel bir tutumla masaya yatırıyor. Merkezdeyse elbette her iktisat öğrencisinin henüz ilk döneminde tanıştığı tam rekabet çerçevesi duruyor. Piyasadaki bütün aktörlerin tek tek göz ardı edilebilecek kadar küçük ve önemsiz olduğu, hiçbir üreticinin fiyat belirlemediği (burada varsayım itibarıyla fiyatlar piyasa tarafından belirleniyor), maliyet kısma, fiyat kırma, pazar payını arttırma gibi tasaları olmayan, böylelikle rekabet etmekten dahi imtina eden birbirinin tıpatıp aynısı üreticilerin bu harikalar diyarına tam rekabetisminin verilmesi bir ironi olsa gerek. Zira ortada rekabete dair hiçbir işaret yok. Nasıl ki tüketim alanında hiperrasyonel bireyler faydalarını ençoklaştırıyorsa, üretimde de her firma rızkını çıkarır, ve hatta hiçbiri ötekilerden fazla kâr elde etmez.

Oysa, yedinci bölümde hem teorik hem de görgül olarak serimlendiği üzere rekabet, bütün tekil oyuncuların birbirine düşman olduğu bir savaştan farksız. Ve bu savaştaki en büyük silah, ürettikleri mallara biçtikleri fiyatlar. Fiyatların piyasa tarafından belirlenmesi bir efsaneden başka bir şey değil. Üretimin kâr amacıyla yapıldığı kapitalizm koşullarında hiçbir üreticinin atıl kalma, mevcut durumla yetinme, maliyet kısarak ve fiyat kırarak yürütülen bu savaşa izleyici kalma lüksü yok.

Yeni yatırımlar, ortalamanın üstünde kâr oranı vaat eden alanlara doğru talebe nazaran daha hızlı akar ve belli bir süre fiyatların düşmesine neden olur. Görece daha düşük kâr oranı vaat eden üretim alanlarındaysa bunun tersi gerçekleşir ve fiyatlarda yukarı yönlü bir baskı oluşur. Buna bağlı olarak yeni yatırımların (verili bir anda bir sektöre şu ya da bu zamandan beri bağlanmış yatırımların değil) elde ettiği kâr oranlarında bir eşitlenme eğilimi belirir. O tarihteki (yatırım yoluyla yeniden üretilebilir) en iyi üretim koşullarını temsil eden, maliyet ve fiyat avantajını elinde bulundıran sermayeyi Shaikh, düzenleyici sermaye olarak adlandırıyor ve kâr oranlarındaki eşitlenme eğiliminin sektör ortalamalarını değil, bu sermayeleri ilgilendirdiğini hatırlatıyor. Bölümün geri kalanındaysa gerçek rekabetin iddialarını destekleyici nitelikte görgül çalışmalar ve grafikler bulmak mümkün.

Yazarın ifadesiyle, bir savaş baleden ne kadar farklıysa, gerçek rekabet de tam rekabetten o denli farklıyken (Shaikh, 2016: 256), hemen hemen bütün heterodoks iktisat okullarının ana referans noktası olarak tam rekabet çerçevesini alması bir hayal kırıklığı olarak karşımıza çıkıyor. Zira bireylerin piyasada olan biten her şeye dair tam bilgiye sahip olması, rasyonel seçimlerde bulunması, bütün iktisadî aktivitenin piyasa yoluyla dolayımlanması – yani hiçbir dışsallık bulunmaması, kimsenin fiyat belirlememesi, vb. gibi bir dizi tuhaf varsayımı paket halinde beraberinde getiren tam rekabet piyasası temel ölçüt kabul edildiğinde, dünyevîler olarak karşılaştığımız her şey bize bu çerçeveden bir sapma, yani eksik/aksak rekabet alameti olarak görünüyor.

Aksaklığa kimi zaman bireylerin olan biten her şeye vakıf olmadıkları ya da asimetrik bilgiye sahip oldukları, ya da rasyonelliklerinin sınırlı olduğu itirafı, kimi zaman ise piyasada karar veren, fiyat belirleyen aktörler bulunduğu (oligopol, tekelci rekabet, tekel piyasaları), ya da fiyatlara yansımayan dışsallıklar, piyasa eliyle dolayımlanmamış toplumsal/iktisadî etkileşimler olduğu gözlemi sebep verir. Ancak şu ya da bu varsayım gözden çıkarılıp, eksik rekabetin yeni bir boyutu keşfedilse dahi tam rekabet çerçevesinin geri kalanı muhafaza edildiği için sonuçlarda büyük bir değişim yaşanmaz. Daha da önemlisi, iktisatçının ana uğraşı, rekabetin gerçekte nasıl işlediği ve ne tür örüntüler ürettiğini incelemekten çıkıp, bağımsız/tekil gözlemlerin tam rekabet kurgusuyla nasıl örtüşmediği üzerine makale yazmaya dönüşür.

Shaikh’in gerçek rekabet çerçevesiyle ilgili en ihtilaflı noktalardan biri, birçok Marksist geleneğin kullandığı tekelci sermaye ve tekelci kapitalizm kavramlarını reddetmesi (Shaikh, 2016: 353-357). Hilferding ve Lenin tarafından öne sürüldüğü üzere, artan üretim ölçeği ve sermaye yoğunluğu söz konusu sektöre yeni sermaye girişini zorlaştırarak onu kâr oranının sektörler arası (düzenleyici sermayeler özelinde) eşitlenme eğiliminden muaf kılar. Böylece halihazırda sektöre hakim olan sermaye(ler), arzı kısıp fiyatları arttırabilir. Paul Sweezy’nin on dokuzuncu yüzyılın sonunda sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşmasının ulaştığı düzeyin kapitalizmi rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya geçirdiği, ve bunun Marx tarafından incelenen kapitalizmden farklı olduğu iddiası yaygın kabul görür.

Shaikh ise, bu noktada da aynı kavramsal tuzağa düşüldüğü kanısında. Tekelci kapitalizm teorilerinin alameti farikası piyasalarda az sayıda, daha büyük sermayenin hüküm sürdüğü görüşüdür. Shaikh’e göre bu durum, ancak ve ancak tam rekabet ölçüt kabul edildiğinde, yani ‘normal durumda’ piyasanın sınırsız minicik üreticiden oluştuğu görüşü zemin alındığında anlam kazanır. Oysa Marx, firmaların maliyetlerini kıstığını, fiyat kırarak ölçeklerini büyüttüklerini, piyasaya yayılmacı bir yol izlediklerini açıkça yazmış, hiçbir noktada rekabeti küçük firmalarla ilişkilendirmemiştir. Sweezy ve diğerlerinin neoklasik iktisattan ödünç aldıkları tam rekabet, tarihin hiçbir aşamasında kapitalizmin bir evresi olmamıştır. Dolayısıyla, tam rekabet çerçevesine karşı elde edilen sayısız bulgu, oligopol ve tekel tezlerinin olumlanması anlamına gelmez. Daha ziyade gerçek rekabetin tam rekabet yanılsamasına hiçbir yönüyle benzemediğini gösterir.

Okuyucu bu noktada ister istemez şu soruyu sormak ister: Nicel anlamda sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması belli bir noktada yeni bir nitelik kurmuyor mu? Shaikh, merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimlerini olumsuzlamıyor. Ancak iktisat teorisinde ‘tekel piyasasıyla’ özdeşleştirilen iddialara, yani yeni sermayelere giriş yolunun kapanması, tekellerin arzı kısarak dilediğince fiyatları yükseltebilmesi ve bu noktada başka sermayelerin fiyat kırma tehdidiyle karşılaşmaması, belli bir büyüklüğe ulaşan her sermayenin tekel olarak etiketlenmesi, vb. gibi eğilimlere karşı çıkıyor.

Yazara göre sorulması gereken esas soru şu: Eğer tekellerin varlığı rekabetin olumsuzlanması anlamına geliyorsa, tekellerin ‘rekabetçi piyasaya’ kıyasla yapısal bir avantajının olması gerekir. Peki yüksek yoğunlaşma oranları ve giriş gereksinimleri gösteren sektörler, yani tekellerin hakim olduğu iddia edilen üretim kolları, bu ‘tekellere’ ortalamanın üstünde bir kâr oranı sağlar mı? Sekizinci bölümün sonunda bu konunun görgül olarak enine boyuna tartışıldığını, nihayetinde Shaikh’in sermaye yoğunluğu ve kâr oranları arasında yüksek bir korelasyon olmadığına dair epey veri sunduğunu belirttikten sonra geçelim gerçek rekabetin kitapta uygulandığı üç kritik iktisadî alana.

Kitabın dokuz, on ve on birinci bölümleri gerçek rekabet teorisini sırasıyla göreli fyatların belirlenmesi, finans ve bankacılık sektörü (tahvil faizleri, faiz oranları vb.), ve uluslarası ticaret alanlarına uyguluyor. Bunlardan özellikle son ikisi hakkında Marx’ın geride (kısmen kendi içinde çelişen) fragman niteliğinde pasajlar bıraktığını söyleyebiliriz. Shaikh, sermayenin (özgül biçiminden bağımsız olarak) kâr arayışını merkez alıp, her üç alandaki dinamikleri analiz ediyor ve karşılaştığımız olguları politik iktisat penceresinden kuramsal ve görgül olarak açıklıyor.

Dokuzuncu bölüm iktisatçılar açısından dahi okuması kolay olmayan bir bölüm. Yazar en yüksek soyutlama düzeyinden başlayıp, adım adım daha somut belirlenimler ekleyerek öncelikle fiyatların metaların içerdiği emek zamanından, yani değerden sapmasının sebebinin sermaye-emek oranlarındaki, yani sermayenin organik bileşimindeki eşitsizlikte yattığını gösteriyor.

Klasik politik iktisatçıları, özellikle de Marx’ı izleyen Shaikh, P – M – P’ (para-meta-para’) çevriminden doğan yeni sermayenin daha yüksek kâr oranı vaat eden alanlara doğru (talebe nazaran) daha hızlı aktığını, dolayısyla fiyatlar üzerindeki baskı yoluyla kâr oranlarının bir ortalamada buluşma eğiliminin doğduğunu hatırlatıyor. Ancak gerçekte kâr oranları hiçbir zaman eşitlenmiyor. Tekil kâr oranları daha ziyade görgül olarak gözlemlenmeyen hareketli bir ortalama, bir ağırlık merkezi civarında dalgalanıyor.

Her tekil sermayenin eşit bir kâr oranı elde ettiği farazî fiyatlara Smith doğal fiyat, Marx ise üretim fiyatı ismini verir. Klasik politik iktisatçılara göre bu üretim fiyatları, piyasada gözlemlediğimiz görgül fiyatlar açısından bir ağırlık merkezi teşkil eder ve böylece piyasa fiyatlarını düzenler. Öte yandan, üretim fiyatının kendisi de metaların emek değerleri tarafından düzenlenir. Dolasıyla klasik fiyat kuramı, göreli fiyatları üç katmanlı bir yapıya başvurarak açıklar.

Şekil 5

Şekil 5’te (Shaikh, 2016: 416) yatay eksende emek değerleriyle orantılı fiyatlariv, dikey eksende ise üretim fiyatlarını görüyoruz. Grafiği bir köşegen gibi bölen kalın kesik çizgi, kırk beş derecelik açıyı temsil ediyor. Yani bu çizginin üzerine denk gelen ve bir sektörü temsil eden her nokta, üretim fiyatlarıyla emek değerlerine orantılı fiyatlar arasında bir sapma olmadığını ifade ediyor. Sektörleri temsil eden noktaların bu çizgi etrafında kümelenmiş oluşu, her sektör eşit kâr oranına sahip olsa ortaya çıkacak fiyatların (üretim fiyatlarının) emek değerlerinden büyük bir sapma göstermediğini ortaya koyuyor (Shaikh, 2016: 416-422).

Şekil 6

Aynı biçimde yorumlayabileceğimiz Şekil 6’da ise (Shaikh, 2016: 417), yatay eksende üretim fiyatlarını, dikey eksendeyse piyasada gözlemlenen fiyatları bulunduruyor. Shaikh, 1998 yılı için altmış beş ABD sektörünü kapsayan bu analizi hem başka seneler için kendi içinde, hem de zaman içinde sapmalarda yaşanan değişimleri ortaya koyacak şekilde enine boyuna tartışıyor ve Marx’ın değer kuramına dair eşsiz bir görgül destek sunuyor.

Kitabın onuncu bölümü modern finans ve bankacılık sektörünü gerçek rekabet kuramı zemininde ele alıyor ve zorunlu karşılık oranlarından, faiz oranlarının finansman sağlayıcıları arasındaki rekabete bağlı olarak açıklanmasına, para piyasalarıyla ‘reel’ piyasalar arasında kârlılık dolayımıyla oluşan ilişkiden, etkin piyasalar hipotezine değin birçok konuyu merkezinde kârlılığın bulunduğu bu kuramsal çerçevede tartışıyor.

İkinci kısmın son bölümü olan on birinci bölüm ise uluslararası ticaret kuramını gözden geçiriyor ve yeniden yapılandırıyor. Öncelikle ana akım uluslararası ticaret kuramının evrensel tam istihdam, dış ticaret dengesindeki açık ve fazlaların ticaret hadlerindeki değişimler yoluyla ‘kendiliğinden’ düzelmesi gibi serbest piyasa kerametlerinden oluşan çerçevesi referans olarak kısaca tanıtılıyor. Daha sonra teoriyle görgül örüntüler arasındaki açı farkına dayanarak uluslararası ticaretin karşılaştırmalı üstünlük değilrekabetçi üstünlük, yani maliyetler nezdinde bir çatışmaya sahne olduğunun altını çizen Shaikh, kur hareketlerinin reel ücretler, çalışma koşulları ve üretkenlik yoluyla ulusal düzeyde belirlenen rekabetçiliği otomatik olarak dengelemesi için hiçbir sebep olmadığını gösteriyor. Böylece, ilkin, ulusal parayla belirlenen reel ücretler ve üretim yapısı, uluslararası ticaret alanında doğan yatay çatışmaların dikey uzantısı ve belirleyeni olarak karşımıza çıkıyor. İkinci olaraksa Shaikh, bir adım daha ileri gidiyor ve uluslararası ticaret neticesinde doğan para akımlarının kurlardan ziyade faiz oranlarına etki edeceğini, dolayısıyla ticaret açığı veren ülkelerin likidite anlamında bir daralma ve yükselen faiz oranlarıyla karşılaşacağını öne sürüyor.

Böylelikle geleneksel uluslararası ticaret teorisinin vaat ettiği kerameti kendinden menkul cennet bahçesi yerini ücretlerin baskılandığı, teknolojik yenilik arayışının sürekli harlandığı amansız bir rekabete bırakıyor. En önemlisi, gerçek rekabet çerçevesi, örneğin ABD-Çin ticaretinde karşımıza çıkan (Çin lehine) ticaret fazlasını açıklamak için alan açıyor. Politikacı (en güncel örneği için bkz. Trump) ve iktisatçıların ezici çoğunluğu (Krugman gibi ‘solda’ durduğunu iddia edenler dahil) ‘Çin kur manipülasyonu yapıyor ve Yuan’ı değersiz tutarak ticarette avantaj sağlıyor’ argümanına sarılıyor. Bunun sebebi serbest ticaretin bir müdahale olmazsa reel ücretlerdeki uluslararası farkları kapatacağına, böylelikle ticaret açık ve fazlalarının kendiliğinden ortadan kalkacağına, ticaret dengesinin kurulacağına duydukları inanç. Oysa serbest ticaret yalnızca ücret farklılıklarının yüzeye vurmasına ve kendini kronik ticaret açığı/fazlası olarak ifade etmesine zemin hazırlıyor. Kısacası, Çin’in ABD’yle olan ticaretinde fazla vermesinin sebebi kapitalist rekabet yasalarına daha uygun hareket etmesinden, yani kendi emekçilerini ezerek ‘girişimcilerine’ avantaj sağlamasından başka bir şey değil!

Çalkantılı Makro Dinamikler

Kitabın makro iktisadî kısmına geçiş niteliğindeki on ikinci bölüm, Keynes öncesi döneme hızlıca göz attıktan sonra okuyucuyu Keynes’ten günümüze makro iktisat kuramının düşünce tarihinde bir gezintiye çıkarıyor. Keynes’in geliştirdiği müdaheleyi şu iki iddianın reddi olarak tanımlamak mümkün: i) Herhangi bir makro iktisadî dengesizlik durumunda tasarruf ve yatırımlar arasındaki farka bağlı olarak reel faiz oranları hareket eder, ve toplam arz ve toplam talebi tekrar dengeye getirir; ii) oluşan denge herhangi bir denge değildir, zira reel ücretlerdeki hareketler de piyasanın müdahale olmaksızın tam istihdam dengesine oturmasını sağlar.

Keynes, bu iddilardan birincisine karşı faiz oranlarının tasarruf ve yatırım arasındaki ilişki tarafından değil, piyasa oyuncularının likidite tercihine, yani likit kaynak (en önemlisi, para) bulundurma eğilimlerine bağlı olarak açıklandığını öne sürer. Böylece piyasanın sözüm ona kendiliğinden dengeye oturmasını sağlayan mekanizmayı saf dışı bırakır. İkinci noktaya karşı ise Keynes şöyle bir pozisyon alır: Kapitalizm, iddia edildiği gibi kendiliğinden tam istihdam üreten bir sistem değildir. İşsizliğin hüküm sürdüğü koşullarda reel ücretlerde gözlenen hareket, beklenenin aksi yönünde olabilir; ya da beklendiği yönde gerçekleşse dahi, reel ücretlerdeki düşüş toplam talebi olumsuz etkileyeceği için fiyatlarda ve yatırımlarda aşağı yönlü bir baskı oluşturur. Dolayısıyla ne piyasanın kısa vadede kendi kendine bir dengeye oturacağı, ne de bu dengenin tam istihdam damgası taşıyacağı garanti edilemez.

Bilindiği gibi Keynes, kapitalizme içkin bu çalkantı, kriz ve işsizlik eğilimine cevaben devlet müdahaleciliğini savunur. Keynesyen çerçeve, hem kuramsal hem ekonomi politikası anlamında İkinci Dünya Savaşını izleyen yaklaşık yirmi beş – otuz yıl boyunca hüküm sürmüş, ancak 1970’lerdeki kriz karşısında bu konumunu yitirmiştir. Zira Keynes’e göre enflasyon, tam istihdama yaklaşılan koşullarda talepteki artışa arz tarafından bir cevap verilememesi durumunda ortaya çıkar. Ancak 1970’lerde merkez ülke ekonomileri yavaşlayıp, peşpeşe sarsıntılar geçirirken, işsizlikle beraber enflasyon da sıçramıştır. Bunun sonucunda bir yandan akademide Keynesyen yaklaşım gözden düşerken, diğer yandan da neoliberal saldırı olarak adlandırabileceğimiz dönem ekonomi politikasına damgasını vurur.

Bu tarihsel arka planı göz önünde bulundurarak Shaikh’in iddiasını şöyle özetleyebiliriz: Günümüz makro iktisat statükosunun argümanlarının aksine efektif talebin Keynesyen yöntemlerle (para ve mali politika araçlarıyla) canlandırılması, enflasyon dışında hiçbir şeye sonuç doğurmayan nafile bir çaba değildir. Gerçekten de satın alım gücü desteklenerek üretim, istihdam, kâr oranları ve büyüme kısa dönemde daha yüksek bir düzeye taşınabilir. Ancak bu, devlet eliyle çekip çevirilen kapitalist piyasa ekonomisine içkin dip akıntılarını (bunalım, kalıcı işsizlik, vb.) ne ortadan kaldırır, ne de tersine çevirir – yalnızca erteleyebilir.

Neoklasik iktisadın arz tarafına, Keynesyen iktisadın ise talep tarafına yaptığı vurgu makro iktisadın meşhur ikiliklerinden birini oluşturur: Arz yönlü iktisat – talep yönlü iktisat. Birincisini savunanlar ekonominin tasarrufa ihtiyaç duyduğunu, bu tasarruflarla yatırımların finanse edileceğini, yatırımların ise istihdam ve talep üreterek büyümeyi besleyeceğini öne sürer. İkincisini savunanlar ise belli koşullar altında toplam gelir içinde artan tasarruf oranının toplam talebi olumsuz etkileyebileceğini, talebin düştüğü koşullardaysa fiyat, kârlılık ve yatırımlarda da bir düşüş yaşanabileceğini, dolayısıyla önceliğin toplam talebi diri tutmak olduğunu öne sürer.

Aslında her iki yaklaşım da kendi bulunduğu noktadan bakıldığında haklıdır. Ancak her ikisi de tek yanlıdır ve gerçekliği yalnız bir boyutuyla kavrar. Shaikh, arz yönlü – talep yönlü iktisat ikiliğini reddederek kapitalist üretim tarzında esas düzenleyici unsurun kârlılık olduğunu iddia ediyor. Yatırım çeken, yani arzı düzenleyen kârlılıktan başkası değildir. Dolayısıyla yatırımlar yoluyla istihdam, gelir ve talep üreten de kârlılığın ta kendisidir. Böylelikle kâr, hem arz hem de talep kanallarını düzenleyen, her ikisini de harekete geçiren kurucu unsur olarak karşımıza çıkıyor.

On üçüncü bölümde net kârlılığın (kâr ve faiz oranı arasındaki fark) tasarruf oranları, kapasite kullanımı, yatırımlar ve birikim oranları üzerindeki çarpıcı etkisini ortaya koyan Shaikh, on dördüncü bölümde ücretleri ve işsizliği tartışıyor.

Ana akım iktisat kuramında esnek ücretler ve rekabet birleşimi hiçbir müdahaleye gerek kalmadan tam istihdamı sağlarken, Keynesyen ve Post-Keynesyen kurama göre konjonktüre bağlı olarak işsizlik oluşabilir de, oluşmayabilir de. Marx’ın yedek işgücü ordusu kavramını makro iktisadî modelleme diline tercüme eden Shaikh, kendinden önce bunu yapanlardan (özellikle Goodwin’den) farklı olarak reel ücretlerin belirlenmesinde sınıf mücadelesini birincil etmen olarak tanımlıyor. Gerçekten de, hemen hemen bütün iktisat kuramlarında reel ücretler bir takım belirleyenlerin (tam istihdam koşulu, maliyet artı kâr fiyatlandırması, üretkenlik düzeyi ve artışı, vb.) fonksiyonu olarak tanımlanır. Ancak sınıf mücadelesinin rolü, işçilerin kendi ücretlerinde söz sahibi olabileceği gerçeği kimsenin ya aklına, ya da işine gelmez.

İşte emek ve sermaye arasında ücretlerin düzeyine ve payına dair süregiden bu mücadeleye, üretkenlik ve üretim düzeyine, ve toplam işgücüne bağlı olarak Shaikh kapitalizmin içsel olarak birbirini izleyen dönemlerde daralan/genişleyen bir işsiz ordusu yarattığını gösteriyor. En önemlisi üretkenlik artışı ve işgücü büyüme oranı gibi unsurların da kâr arayışının merkezinde bulunduğu kapitalizme içsel unsurlar olarak açıklanması. Örneğin, ücret payındaki (ya da birim işgücü maliyetindeki) sürekli bir artış ve/ya emek piyasasının sıkılaşması (işsizliğin azalması) kapitalistleri üretkenlik artışını hızlandırmaya ve/ya işgücü olarak tanımlanan havuzu (işgücüne katılımı teşvik ederek ya da göç önündeki engelleri esneterek) genişletmeye teşvik eder. Efektif talebi canlandırmaya yönelik teşvikler; bu teşviklerin istihdam ve ücretler aracılığıyla net kârlılık üzerindeki etkileri; ücret payı – üretkenlik artışı – işgücü havuzu arasındaki yukarıda değindiğimiz etkileşim; tüm bunların içsel olarak belirlendiği ve birbirini tetiklediği bir çerçeve sunan Shaikh, göçmen karşıtı popülizme işçi sınıfının kesimsel olarak verebileceği desteği, ya da artan makineleşmeye karşı doğabilecek tepkiyi anlamlandırmak için kuramsal araçlar sağlıyor.

On beşinci bölüm modern (itibarî) para ve enflasyon arasındaki ilişkiyi konu alıyor. Yukarıda kısaca özetlendiği gibi Shaikh, para miktarının enflasyonun biricik, hatta en önemli sebebi olduğu savını reddediyor. Para miktarı, bağımsız bir değişkenden ziyade, merkez bankası ve ticari bankalar tarafından kredi genişlemesi/daralması yoluyla meta üretim ve dolaşım sürecinin ihtiyaçlarına uygun olarak kontrol edilen bağımlı bir değişken olarak karşımıza çıkıyor.

Bu durumda fiyatları açıklayan başka bir kurama ihtiyaç duyuluyor. Göreli fiyatların klasik politik iktisatta sermayenin (yani, yeni yatırımların) ortalamının üzerinde kâr oranı vaat eden sektörlere doğru hızlanarak yayılması sonucunda ortaya çıkan kâr oranlarının eşitlenme eğilimi tarafından düzenlendiğini yukarıda görmüştük. Fiyatlar genel düzeyi ise toplam arz ve toplam talep arasındaki ilişkiye bağlı olarak değişiyor.

Toplam talep Keynesyen politikalar yoluyla her zaman teşvik edilip, canlandırılabilir. Kağıt üzerinde teşvik politikasına sınır bulunmadığı dikkate alındığında toplam arzdaki büyümenin sınırları önem kazanır. Peki arzdaki büyümenin mutlak sınırı nedir? Ana akım (ve kimi heterodoks) iktisatçılar bu soruya hiç düşünmeden ‘emek arzı’ cevabını verir. Tam istihdama ulaşıldığı andan itibaren – ki çoğunlukla tam istihdam bir ön kabul olarak karşımıza çıkar – kısa vadede toplam arzı arttırmak imkansızlaşır.

Oysa Shaikh’in ortaya koyduğu çerçevede sistem içsel olarak işsizlik ürettiği için emek arzı bir engel teşkil etmez. Bir sistemin azamî büyüme oranı bütün kârın yatırım olarak kullanıldığı durumda ortaya çıkar. Bu azamî büyüme oranını (yani, ‘kâr/sermaye’ oranını) paydaya yazıp, paya da gerçekte karşımıza çıkan birikim oranını (yani, ‘yatırım/sermaye’ oranını) yazarsak, o ekonominin büyüme kapasitesinin (‘yatırım/kâr’) ne kadarını kullandığını elde ederiz. İşte bu kullanım oranı belli bir kritik eşiğe ne denli yaklaşırsa, ekonominin ‘ısınması’ ve enflasyonun ortaya çıkması da o kadar olası hale gelir.

Burada dikkat çeken nokta azamî büyümenin kârlılık tarafından tanımlanması, yani sistemin büyümesinin önündeki engelin kendi başına talep eksikliği, tam istihdam, vb. unsurlar değil, kârlılığın ta kendisi olması. Bu yaklaşımın altın standardı sonrası dönemdeki enflasyonu açıklamadaki performansını merak edenler on beşinci bölümün sonundaki görgül bölüme göz atabilirler.

On altıncı bölüm, yirmi birinci yüzyılın ilk büyük buhranı olan 2007 krizini yakından inceliyor. Solun önemli bir kısmındaki hakim yaklaşımın aksine Shaikh, gayrimenkul piyasasında yaşanan çöküşün krizin sadeceyüzeydeki sebebi olduğunu öne sürüyor. Kitabın başından sonuna kadar hemen hemen her bölümde karşımıza çıkan kapitalizmin çalkantılı örüntüler ürettiği tezi, bu bölümde kısa – orta – uzun dalgalar halinde beliren iş çevrimlerinde somutlaşıyor.

Her kriz kendi döneminin ekonomi politikalarına, tarihsel etmenlerine ve konjonktürüne bağlı olarak farklı bir karakter ve akış ortaya çıkarır. 1930’lardaki Büyük Buhran esnasında işsizlik hızla artarken fiyatlar dibe vurmuş, reel ücretler bu nedenle kısmen yükselmiştir. 1970’lerdeki krizdeyse işsizlik kırk yıl önceki oranların olsa olsa yarısına ulaşabilmiş, ancak bu sefer de enflasyon uçuşa geçmiştir. Burada Keynesyen politikanın hem hafifletici etkilerini, hem de sınırlarını görmek mümkündür. Bu iki krizin, ya da yedi-on yılda bir görülen daha küçük çaplı krizlerin her birinin farklı bir öyküsünün olması, her bir dönemdeki iktisat politikasının çeşitli hatalar içermesi ya da kapitalizmin her on senede yeni bir evreye girmesi anlamına gelmez. Tam tersine, durmaksızın değişen teknolojik altyapıya, para ve mali politikalara, tüketim alışkanlıklarına, piyasaların küresel ölçekte bütünleşmesine vs. rağmen kapitalizmin düzenli olarak kriz üreten bir sistem olduğu gerçeğinin değişmediğini gösterir!

Peki kapitalist üretimin (ve büyümenin) motoru arz veya talep taraflarından birisi değil, Shaikh’in iddia ettiği gibi kârlılık ise, kârlılıkla bu düzenli kriz eğilimi arasındaki ilişkiye dair ne söyleyebiliriz?

Şekil 7

Şekil 7 (Shaikh, 2016: 729), azamî kar oranı (R), kâr payı (σ), ve ortalama kâr oranı (r) değişkenlerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD’deki seyrini gösteriyorv. Her bir değişkenin, yanında ‘n’ harfi bulunan ve kesik çizgilerle görselleştirilen bir de ‘normal’ ikizi bulunuyor. Bunları, asıl değişkenin etrafında dalgalındığı ağırlık merkezi olarak düşünmek mümkün. Bizi burada daha çok ilgilendiren, R ve r değişkenlerinde, yani azamî ve ortalama kâr oranlarında yaşanan düzenli düşüş eğilimi.

Geçmişte gerek Marksist, gerek de ana akım iktisatçıları bir hayli meşgul etmiş olan ‘kâr oranının düşme eğilimi (yasası)’ günümüzde çoğu iktisatçı tarafından (örneğin, analitik Marksistler de dahil) tedavülden kalkmış bir mesele olarak görülüyor. Gerçek rekabet kuramını detaylandırdığı yedinci bölümde Shaikh, kâr oranınının düşme eğilimini matematiksel ve nihai olarak çürüttüğünü öne süren çalışmaların çok önemli bir ortak özelliğe sahip olduğunu gösteriyor: Tam rekabet varsayımı, yani maliyetleri azaltma baskısı hissetmeyen, bu uğurda sermaye yoğunluğunu arttırıcı önlemler almayan firmaların ‘rekabeti’. Hiçbir hamle yapmayan, pazar payını dert etmeyen çok sayıda minik firma, birbiriyle savaş halinde olan, fiyat kıran üreticiler tarafından ikame edildiğinde kâr oranının düşme eğiliminin geçerliliğini koruyan bir ‘yasa’ olduğu bu bölümde (karşıtlarının kullandığı) biraz teknik bir dille ifade ediliyor (Shaikh, 2016: 313-326). Böylelikle rekabet kuramının ne kadar büyük bir önem taşıdığı bir kez daha anlaşılmış oluyor.

Son olarak, yukarıdaki grafikte kâr payında (σ) 1980’lerden itibaren bir iyileşme, ortalama kâr oranının düşüşünde ise bir yavaşlama gözlemleniyor. Sermayenin II. Dünya Savaşı sonrasında (özellikle giderek güçlenen ‘komünizm tehdidine’ karşı bir önlem olarak) giymek zorunda kaldığı Keynesyen elbiseyi parçalamaya başladığı bu neoliberal saldırı dönemi, özellikle emek örgütlerinin tahrip edilmesine ve sermayenin küresel hareketliliğinin sağlanarak çevre ülkelerdeki ucuz emeği sömürmesine bağlı olarak kârlılıkta bir iyileşme ortaya çıkardı. Reel ücretlerdeki artışın üretkenliğe nazaran azalması, faiz oranlarında yaşanan düşüş, küreselleşme dalgasıyla beraber net kârlılığı arttırarak yatırımları teşvik etti.

Şekil 8

Şekil 8’de (Shaikh, 2016: 731) kesiksiz çizgi ABD’deki emek üretkenliği endeksini (baz yılı 1982), noktalı çizgi reel ücretlerin gerçek seyrini, kesikli çizgiyse neoliberal müdahale gerçekleşmeseydi reel ücretlerin izlemiş olacağı farazî gelişmeyi temsil ediyor. Görüldüğü gibi II. Dünya Savaşı sonrası dönemde reel ücretlerdeki artış üretkenlik artışının üstünde seyrediyor. Yapısal etmenlerle beraber bunun kâr oranlarında yarattığı aşınma 1970’lerde sistemi kilitlenme noktasına getiriyor ve kârlılığın toparlanması için neoliberal saldırı kaçınılmaz hale geliyor.

Shaikh’in önerdiği bu çerçeve, iktisat politikasına ve bunun sınıf temeline dair özellikle Post-Keynesyen yazında karşımıza çıkan eğilimden farklı bir yoruma zemin hazırlıyor: Post-Keynesyen iktisatçılar yaklaşık 40 yıldır hüküm süren neoliberal amentüyü, (başka şeylerin yanında) gelir dağılımındaki bozukluğu arttırarak büyüme oranının mümkün olandan daha düşük seviyelere hapsedildiği savıyla eleştirir. Bunun altındaki kuramsal zemin açıktır: Toplam gelir, alt ve orta gelirliler lehine yeniden bölüştürülürse toplam talep canlanır. Bunun yatırımlar ve yine gelire olan etkisi yoluyla ekonomi daha yüksek bir büyüme hattına oturur. Oysa Kapitalizm’deki çerçeveden bakınca (belli koşullar altında talebin teşvik edilmesi geçici olarak sistemi canlandırsa da), Thatcher temsil ettiği sınıf adına neoliberal reformlar dışında “başka seçenek yok” (“there is no alternative” – TINA) derken haklıydı. Kârlılık hem yapısal etmenler, hem de Keynesyen politikalar tarafından aşındırılırken sınıfsal bir geri tepme yaşanması kaçınılmazdı.

Kapitalist sınıf sistem dinamiklerini akademik iktisatta ortaya koyulduğundan çok daha iyi anlıyor. Yatırım ve üretim yalnızca ve yalnızca kâr vaat ettiği ölçüde gerçekleşiyor. Hatta kârın varlığı da kendi başına yeterli değil; kapitalistler, verili koşullar altında bu kâr oranını arttırmak için hiçbir şeyden sakınmıyor. Bilinçlerini dün ve bugünün kâr oranları, kararlarınıysa gelecekten beklenen kâr oranları belirliyor. Çalışanlar lehine yeniden bölüşüm, çalışma koşullarındaki iyileşme, sosyal harcamalardaki artış, emekçileri önceleyen vergi politikası ve benzeri pansumanlar, yalnızca sıkı bir sınıf mücadelesini gerektirmekle kalmıyor. Aynı zamanda yatırımlara ve büyümeye, yani kendisini genişleten bir değer olan sermayenin rejimine çomak sokuyor ve er ya da geç bir ters tepkiye yol veriyor.

Devlet müdahaleciliği kapitalizmin yapısal dinamiklerini en fazla geçici bir süreyle ‘idare edebiliyor’. Ancak bu, sistemi krizlerden kurtarmak bir yana, yeni bunalımlara zemin hazırlıyor. Emek sömürüsünden doğan kârın önüne bugün örülen duvara koyulan her tuğla, yarın emekçinin üzerine yıkılacak kütleyi daha da ağır kılıyor. Bunalımı yaratan, iktisat politikasının Keynesyen ya da neoliberal içeriği değil – kapitalizmin kendisi. Zira son grafikte görüldüğü gibi emek üretkenliğiyle reel ücretlerdeki büyümenin arasındaki makas 1980’lerden günümüze kadar açılarak gelmiş olsa da sistem on yıldır bir başka krizin içinde debeleniyor.

Sonuç Yerine

Kapitalizm, özellikle bir yönüyle ana akım dışında kalan akademik iktisat çalışmalarından ayrılıyor: Kitap, ne var olan kuramsal yaklaşımların yalnızca bir eleştirisi, ne de bu yaklaşımları özünde kabul eden, ancak bir ya da birkaç varsayımını sorunsallaştıran bir çalışma. Anwar Shaikh, ana akım iktisadî düşünceye tümüyle meydan okuyor ve onu yalnızca olumsuzlamak yerine bütünlüklü bir politik iktisat çerçevesi geliştiriyor. Bunu yaparken hem ana akımın dayattığı kavramsal dünyayı, hem de ona cevaben geliştirilen aksaklık/eksiklikleri – yani bu didişmeden çıkan arz yönlü iktisat – talep yönlü iktisat, tam rekabet – eksik rekabet gibi ikilikleri reddediyor ve kuramsal bir kopuş öneriyor.

Politik iktisatçılar, özellikle de Marx kapitalizmin itici gücünün kâr olduğunu; kârın sömürü yoluyla emek-gücünden sökülerek alındığını; dolayısıyla üretim, dolaşım ve bölüşüm alanlarının zorunlu olarak bir toplumsal çatışma, yani sınıf çatışması zemininde gerçekleştiğini; çalkantı, çatışma ve bunalımların kapitalizmde bir istisna değil, kural olduğunu, ve rekabetin de bundan başka bir şeye benzemediğini çok iyi anlamışlardı. Kapitalizm iktisatçıları bu çerçeveye geri dönmeye davet ediyor; kapitalizmi önce bir harikalar diyarı olarak resmedip, sonra gerçeklikte karşılaştığımız her şeyi teoriden bir sapma olarak görmek yerine gerçek olanla başlamaya çağırıyor.

Kapsamı ve içeriğinin teknik yanları ilk başta göz korkutsa da, Kapitalizm, akademinin kendi küçük bahçesini ekip biçen ‘uzman’lar ürettiği günümüzde eklektizme karşı bütünlüğün önemini bir kez daha hatırlatıyor.

 

Güney Işıkara, 5 Temmuz 2018, Kaynak Link


NOTLAR

i Kitabın Türkçesi henüz elimde bulunmadığı için İngilizce basımdaki sayfa numaralarını referans alıyorum.

ii Her iki grafikte de logaritmik ölçek kullanıldığı için eğim, büyüme oranına denk düşüyor.

iii Yazar kitabın büyük bir kısmında gelişkin kapitalist ülkelere odaklanıyor ve birçok durumda veri bulunabilirliğine bağlı olarak ABD’yi inceliyor. Ancak bu temel eğilimlerin diğer gelişkin kapitalist ülkeler için de geçerli olduğunu söylemek mümkün.

iv Girdi-çıktı tablolarını kullanarak metaların içerdiği toplam emek miktarını saptamak ve buna orantılı fiyatları tespit etmek mümkün.

v Grafik logaritmik ölçekle hazırlandığı için her değişkenin eğimi, o değişkenin büyüme oranını yansıtıyor.

KAYNAKLAR

Marx, K. (1969) Theories of Surplus Value. Part I, Londra: Lawrence & Wishart.

Shaikh, A. ve Tonak, E.A. (2012) Milletlerin Zenginliğinin Ölçülmesi: Ulusal Hesapların Ekonomi Politiği, İstanbul: Yordam.

Shaikh, A. (2016) Capitalism: Competition, Conflict, Crises, New York: Oxford University Press.

Sraffa, P. (1972) Production of Commodities by Means of Commodities, Cambridge: Cambridge University Press.


KİTABI İNCELE